İnsan yazmadığında aklındakiler nasıl da elinden kayıp gidiyor değil mi? Açık günlük yazmayı son bir haftadır her gün birkaç kez aklımdan geçiriyorum. Başlamak için iki fikir vardı aklımda. Amacım bilgisayarımın başına geçip duraksamadan aklıma gelen her şeyi not etmekti. Bu özgürce, sınırsız yazma pratiğini Howard Becker'in "Sosyal Bilimciler İçin Yazmak" kitabından öğrenmiştim. O gün bahsi geçmiş bir konu, bir anı, okuduğum bir anektod üzerine kısa bir yazı çıkaracaktım.
Gel gelelim hafta hızlıca geçti. Hayatımda nice güzel açılımlar oldu. Kendimi donattığım etkinliklerle savrulup gittim. Bir pazar akşamı, bulaşıkları yıkarken tüm hafta boyunca üzerine yazmak istediğim şeylerin neler olduğunu hatırlamaya çalıştım. Büyük bir boşluk. Aklıma hiçbir başlık gelmiyor. Halbuki okuluma giden otobüste mili saniyeler içinde ben o konuları aklımda çoktan yazmış, mahalle havızında yüzerken attığım her kulaçta faklı bir yazıya başlık belirlemiştim. Meğersem yazmak işte bu kadar önemliymiş.
Açık günlüğü kendim için yazmak istiyorum. Hayatımda çok fazla şeyi bir anda yaşıyorum. Mesleğim gereği tez konum çevresinde çok okuyorum. Roman okumayı çok ama çok seviyorum. Okula giderken trende her gün 25'er dakikadan git-gel 50 dakika roman okuyorum. Hatta bu günlerde Gabriel García Márquez'in "Aşk ve Öbür Cinler" kitabını okuyorum.
Haftada bir kez 4 saat kadar seramik atölyesine gidiyorum. Heykeller yapıyorum. Orada birlikte çalıştığım insanları çok seviyorum. Bazen cumartesi öğleden sonralarımı özgür atölye'de heykelcikler yapmayı deneyerek geçiriyorum. Haftanın bir günü Gabriel ile fotoğraf kulübüne katılıyorum. Grubun en genci ve tek yabancılar olarak bizi sarıp sarmalamaları beni çok duygulandırıyor. Hep birlikte lightroom ve photoshop çalışıyoruz, birbirimizin o hafta çektiği fotoğraflarını eleştiriyoruz. Haftanın 5 günü spor salonuna gidiyorum. Bu çok yeni bir gelişme. Spor yanında çok mu çok tatlı bir diyetisyenle çalışıyorum. Tüm bunların vücudumdaki yarattığı farkları görmek çok büyük mutluluk.
Mahallemizdeki kapalı olimpik havuza mümkün olduğunca gitmeye çalışıyorum. Şu aralar haftada bir güne tekabul ediyor. Çünkü yüzebildikçe tezimi daha kolay yazabiliyorum. Aslında havuzda sanki yüzmüyorum da transa geçmiş biçimde yazılarımı tasarlıyorum. Bu da yeni bir gelişme olmasıyla birlikte bana çocukken İskenderun Yüzme İhtisas'ta yaptığımız antrenmanları hatırlatıyor. Kendimi evde hissediyorum.
Arkadaşlarımı ağırlamayı çok seviyorum. Yemek hazırlamak, Türk kahvesi yapmak ve hatta bazen fallarına bakmak. Özellikle Türkiye'den olmayan arkadaşlarımın falına bakmak inanılmaz heyecanlandırıyor beni. Yüzlerindeki şaşkınlıkla karışık merağı izlemek çok güzel. Anneannemden öğrendiğim bir şey fal bakabilmek. Bir çeşit hikaye anlatıcılığı sanki benim için. Neredeyse her hafta sonu bir arkadaşımla buluşmaya veya onu ağırlamaya çalışıyorum. Bazen bu vesileyle Paris'in farklı köşelerini de keşfetmiş oluyoruz.
Tüm bunlar, staj başvuruları, seminerler ve dahası derken maruz kaldığım güzel tartışmalar kağıda dökülmek istiyorlar. Kısa vadede. Hazır taze ve dumanı üstündeyken. İşte açık günlük bu noktada benim hayatıma giriyor.
Sevgiyle,
Gökçe
Comments